Yayınlanma Tarihi: 11 Mayıs 2018 — okunma
Ben bir köy çocuğu olduğum için ilçe merkezinde yaşayanları “çok önemli” kişiler olduğunu öğrenerek büyüdük. Şehirli insanların tartışmadığını, birbirlerine kızmadığını, herkesin bilgili olduğunu, temiz giyindiğini, düzgün konuştuğunu bize öğrettiler. Biz de öğrendik.
Zaman ilerledikçe önce şehri gördük, sonra orada yaşadık ve illerin ilçelerden daha ileride olduğuna dair bilgiler edindik.Ve zaman hayli ilerledi.
Gün geldi başka il ve illerdeki kişilerle tanıştık. Kitaplarda okuduk, televizyonlarda gördük, sinemalarda seyrettik. Kısaca dünya küçülmüştü. Hatta evimize kadar gelmişti. Şimdi internetin sihirli maharetiyle bilgiye ulaşmak çok kolay.
Şehirlerarasında da özelliği farklı olanlar vardı. Sivas ve Erzurum’u soğuğu, Edirne’yi Selimiye’si, Gaziantep’i Fıstığı, Akdeniz şehirlerini turizmi ile duyduk ve öğrendik. İstanbul’un taşı toprağı altın olarak bilindi hep. Her şehir bir şekilde farklı kaldı zihinlerde farklı yerleşti akıllara. Duyduğumuz, okuduğumuz ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemedik.
Ancak okul kitaplarında Ankara’nın başkent olduğunu öğrenince bu şehre faklı baktık. Ankara; ne Konya, ne Manisa, ne Ordu ne de başka bir şehre benzemiyordu. Bazen resmi, bazen soğuk, bazen ürpertici. Bazen emredici bir yer gibi geliyordu bize.
Vatandaşların kültürlü olduğunu düşünüyorduk. Fakirinin olmadığını…
Devlet kapısında işi olanların uğrak yeri olduğunu sonraları öğrendik.
Önemli kararların alındığı hatta ilk uygulandığı yer olarak öğrendiğimizde epey yaşlanmıştık.
Ankara gözümüzde daha da büyük bir şehirdi.
Her ne kadar “Hemşehrim falan yere nasıl gidilir” kabilinden soru soran olsa da onun yabancı olduğunu anlardık. Ankaralı yolu biliyor zaten. Bildiği için de buluyor bulacağını.
Neyse…
Ankara seferimiz esnasında etrafı gözledik biraz. Bol bol mağaza var. Kafe adı verilen yerlerin sayısı bir hayli fazla. İnternet kafe her zaman işliyor. Ünlü markalar “Burası büyük şehir” diyor. İnsanın aklına fakirlik gelmiyor.
Aslında biraz ürperiyorsunuz bu durumdan. Biraz soğuk geliyor bu kadar düzen.
Derken gözüme bir tabela ilişiyor. Bir tuhaf oluyorum. Tabeladaki yazı el ile yazılmış eski usul. Bilgisayar destekli değil yani. Biraz tarih biraz sanat kokuyor. Dikkat kesiliyorum ve yazıyı okuyorum. Şöyle yazıyor: “Ayakkabı tamiri yapılır”
Ankara ve ayakkabı tamiri. Biz bu ifadeleri taşrada okurduk hep. Çok serinden sökülmüş ayakkabıları tamircilere götürür onlar tamir ettirir tekrar giyerdik. Böylece azami verimi elde etmeye çalışırdık.
Şehirli insanlar da eşyalarını tamir ettirirler. Bu normal. Ancak işin içine Ankara girince biraz farklı oluyor gibi geliyor insana. Ankara’da ayakkabı tamir yeri.
Sonra kendi kendime düşünüyorum. “Demek bu şehrin de maddi zayıf insanları var” diye. Buradaki insanlarda da acıkıyor. Buradaki insanlar da hasta oluyor. Buradaki insanlar da üzülebiliyor ve buradaki insanların da cenazeleri oluyor.
İnsanoğlunun muaf olduğu bir şey yok yani. Ha başkenttesin ha bir köyde.
Bir şehri sevmek başka bir şey. Şehrin gerçekleri hep başka bir şey. Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’ya “Ankara’nın nesini seviyorsunuz” diye sorduklarında “İstanbul’a dönüşünü” diye cevap vermişti.
Bir şehir niye seviler veya niye sevilmez bilmem. Ancak her şehrin bir ruhu vardır. O ruh zamanla içinde yaşayanlarla uyumlu olmazsa ayakkabı tamir dükkânı ile milyon liralık binalar yan yana gelebilir.
Her şehrin çok hikâyesi vardır. Mademki üzerinde insan yaşıyor ve her insan bir dünyadır başlı başına.
Kısa Ankara ziyareti bize bazı şeyle gösterdi. Bakalım ayine-i devran daha ne suret gösterecek.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.