Yayınlanma Tarihi: 25 Mayıs 2018 — okunma
Kıraatin, okuma demek olduğunu bilenler bilir. Eskiden kıraat ilmi bile vardı. O zamanlar bu Kur’an okuma ilmi olarak yapılıyordu. Yani büyüklerimiz bir eserin nasıl okunacağının dahi ilmini gösteriyormuş.
Sosyal ve kültürel değişmesiyle başlayan bazı alışkanlıklarımız oldu. Hatta bu alışkanlıklarımız gündelik hayatın bir parçası oldu. Kıraathaneler bunlardan biriydi.
Tanzimat’tan sonra müşterilerin okumaları için gazete ve dergi bulundurularak bir nevi okuma odası haline getirilmiş yerlerdi.
Günümüzde kıraathaneler, kahvehanelere dönüşünce mahiyeti de değişti birden. İlk yıllarda birer kültür merkezi niteliği taşıyan kıraathanelerin zamanla ‘oyun hane’ şekline dönüşmesi hüzün verici olmuştur.
İlk halindeyken çayların bahane edilerek koyu sohbetlerin olduğu, gazete ve mecmuaların didik didik okunduğu, bazı şiir ve metinler üzerinde neredeyse akademik mütalaaların yapıldığı yer olmaktan çıkıp, yoğun sigara dumanı, ağır nefes kokuları ve desibeli yüksek gürültüler arasında edebe gayri mugayir derecede argo ifadelerin konuşulduğu yer olmuştur. Kısa süre sonra da kıraathane adını kahvehane olarak değiştirmiştir.
Zaman geçtikçe yeni tür kahvehanelerin çoğalması ve hep aynı şekilde işletilmesi ‘sohbet haneleri’ çay ocaklarına devretmişlerdir. Ancak çay ocakları her ne kadar gönül itibariyle geniş olsalar dahi mekân olarak küçüktüler. Ancak belirli sayıda kişiler gelebileceği ve kısa süreli kalacakları yerlerdi. Zaten oraya gidenler sadece çay içmiyorlar mutlaka bir arkadaşı ile sohbet ediyorlardı.
Kıraathaneler aranır olmuştu. Bu bir ihtiyaçtı. Ancak bu şekilde açılan bir müessesenin gelirinin olma ihtimali yok gibiydi. Yani yapılan hizmet, çekilen yorgunluk yapılan işe değmiyordu. Ayrıca kira ve vergileri karşılamaya yetmiyordu gelirleri.
Elbette bazı şeyler iş olsun diye de yapılmıyordu. Sonra dernek adı altında faaliyet gösteren yerler olsa dahi kısa zaman sonra ‘lokâl’ adı verdikleri kısımları yine ‘oyun hane’ şekline dönüyor bazı fırsatlar kaçırılıyordu.
Dost meclislerinde buluğ çağına gelmiş çocukları olan aileler nesli nasıl kurtaracaklarından bahsediyor, her şeyin bozulduğunu söylüyorlardı. Bunları açıklarken asla kendilerine suç bulmuyorlar, kahveden yorgun kafayla çıkıp evine vardıklarında neden yorulup da uyuduğu belli olmayan ve şikâyet ettikleri evlatları uykuya dalmış oluyordu. Zaten mazeret hazırdı: “Neyi eksik?”
Aslında kültürel değerlerimizden yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Bu sadece kahvelerin çoğalmasından değildi yalnızca. Belki kıraathanelerin azalmasının bazı değerleri kaybetmede tesiri vardı ama sadece o da değildi elbet. Televizyon, radyo, internet, cep telefonları, muhtelif eğlence yerleri, bir takım ‘haneler’ ayrı ayrı etkenlerdi. Bir de buna bizim eğitimsizliğimiz ilave olunca yara daha da büyüyordu.
Her şeye rağmen ayakta kalmış veya kalmaya çalışan birkaç dost sohbet edecekleri yerleri arıyordu.
Yazımızı Ekrem H. Ayverdi’nin bir hatırası ile bitirelim.
“Şehzâdebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’ne yaşımız çok genç olduğu için giremez, fakat önünden geçerken mecmûa ve kitaplara dalmış olanları seyretmek için adımlarımızı yavaşlatırdık.”
Biz de sözümüzü keselim bari…
Bir parti şeye var mısınız?..
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.