Yayınlanma Tarihi: 3 Mart 2016 — okunma
Belediye hoparlörünün tiz, gıcırtılı sesi ortalığı kaplıyor. Kadın görevli, bir konferansın anonsunu yapıyor: “Ahir Zamanda Kadın konulu konferans bugün…” Doğru mu duydum acaba? Ahir zamanda mı dedi? Neyse ki anons ikinci kez tekrarlanıyor. Pür dikkat dinliyorum. Evet, doğru duymuşum, konferansın konusu “Ahir Zamanda Kadın”mış.
Gök kubbe koyu griye boyanmış. Deniz de her zamanki gibi onun renginde tabii. Hava durumu sunucusu, “Griyi sevin” diyor, “çünkü önümüzdeki uzun bir dönem gri günler yaşayacağız”. Haklı mı acaba, havalarla kavga etmektense griye teslim mi olmalı, onu sevmeli mi?.. Hemen sloganlaştırıyorum: “Griyi seviyoruz!” Olur mu ki?.. Bakalım.
İşte bu gri günlerden birinde, bir genç adam işine şaşkın ve üzgün dönüyor. İş arkadaşlarının, “Hayrola, neyin var? N’oldu sana böyle?” sorularına, “Karım yok, karım kayıp” diye cevap veriyor. Hali berbat. Karısı daha yirmi dört yaşındaymış ve üç çocuk annesiymiş. Çocuklarının en büyüğü ise doğaldır ki ilkokul öğrencisi.
Önce bir anlam veremiyorlar bu kayba. Başına bir şey gelmiş olmasından korkuyorlar. Sonradan anlaşılıyor ki gerçekten de başına bir şey gelmiş ama onun başına gelen şey, yakınlarının asla tahmin edemeyeceği bir şey.
Kadının kaybının üzerinden bir gün geçince durum anlaşılıyor. Çocuğun öğretmeni de kayıpmış meğer. Kendisi de evli, bilmem kaç çocuklu öğretmen, öğrencisinin genç annesini alıp Çorum’a kaçmış. Sonradan anlatılanlara göre öğretmen, “Siz bana niye bu kadar yükleniyorsunuz ki, okulun yarısı böyle” diye savunuyormuş kendisini.
Bir başka gri günde bir başka genç adam, kendisinden de genç olan karısından şüphelenmeye başlıyor. Onun son zamanlardaki hal ve hareketleri, güvenini sarsıyor. Karısının telefonunu kontrol altına alıyor ve tam da düşündüğü gibi karısının birisiyle, durumuna hiç de uygun düşmeyecek bir biçimde mesajlaşmış olduğunu görüyor. O anda hiçbir şey söylemiyor. Ertesi sabah her zaman yaptığı gibi işe gitmek üzere evden ayrılıyor. Ancak bu defa işe gitmek yerine arabasıyla sotaya yatıp beklemeye başlıyor.
Belli bir süre geçtikten sonra karısı evden çıkıyor, yolun karşına geçip beklemekte olan bir arabaya biniyor. Araba hareket edince adam da arabayı izlemeye koyuluyor. Bu yolculuk Fatsa’ya kadar biri önde diğeri arkada böylece devam ediyor. Fatsa’ya gelindiğinde ise kadının içinde bulunduğu araba deniz kıyısındaki ormanlık, tenha bir alana giriyor. Bu durumda adam, arabasını yolun kenarına park edip takibine yürüyerek devam ediyor. Ve aracın içinde karısını çocuğunun öğretmeniyle yakalıyor.
Birkaç gün sonra, “N’oldu? Bir gelişme var mı?” diye soruyorum olayı anlatanlara. Adam önce karısını babasının evine yollamış sonra da işyerine gidip özel eşyalarını toplayarak işten ayrılmış ve ortadan kaybolmuş. Kafayı iyice bozduğunu, “İkisini de temizleyeceğim” dediğini anlatıyorlar. Öğretmen de yokmuş ortalarda. Meğer öğretmen ayrıca kadının yaklaşık yirmi-yirmi beş bin lira değerindeki yedi bileziğini de “yemiş”. Kadınsa, “Bir açığımı yakaladı, söylemekle tehdit etti. Devam etmek zorunda kaldım” diyormuş.
Ben size sadece iki örnekten söz ettim. İnanın böyle çok sayıda hikâye var.
Bu söz konusu iki kadın da çok genç ve eğitimsiz. Bir öğretmenden ilgi görmek onların gururunu okşamış olabilir. Ama öğretmenlerin böyle bir şeye tevessül etmeleri, kişiliklerine ve eğitimlerine güvenilerek kendilerine emanet edilmiş olan çocukları ve onların velilerini istismar etmeye kalkmaları en hafif söyleyişle ahlak fukaralığıdır ve bu durum, insanlıkla da meslek ahlakıyla da bağdaşmaz. İnsanın böyle bir cinsel özgürlüğü olamaz. Her önünüze gelenle cinselliğinizi yaşamayı düşleyemezsiniz. İnsanları kadın ve erkek kimliklerinden önce insan olarak görmeyi öğrenmek gerek.
Bu örnekleri gördükçe şapkasını önüne koyup kara kara düşünüyor insan. Biz kime güveneceğiz? Nasıl davranacağız?
Ne oldu şimdi? Değer miydi hiç bu ailelerin paramparça olmasına? Kendi hallerinde yaşayan, sıradan insanlardı bunlar. Hayatları altüst oldu. Annelerin ne olacakları belli değil. Çocuklar anasız kaldı. Babalar yaşadıkları olayın şokunda ve perişan durumdalar. Başlarına geleni hazmetmekte güçlük çekiyorlar. Sağduyulu davranmakla delilik yapmak arasında gidip geliyorlar. Çocuklarını, -kendileri gibi sıkıntı çekmesinler diye- okutmak isterlerken kendini bilmez, uçkuruna gevşek öğretmenlerin kurbanı oldular. Var mı bunun telafisi?
Ve Cansel olayı… Yine bu gri günlerden birinde Cansel, hoyratlığın, çirkinliğin ve ahlaksızlığın vücut bulmuş hali olan, ruh hastası bir öğretmenin kurbanı oldu. Onun başına gelenler toplumu, daha doğrusu artık toplumu da demeyeceğim; toplumun duyarlı, vicdanlı, bilinçli, kültürlü insanlarını derinden yaraladı. Özellikle çocukların bu olaydan son derece olumsuz etkilendiklerini görüyorum.
Cansel olayının iyi insanların vicdanlarını ayrıca kanatan bir yanı da tecavüzcüsünün kendi öğretmeni olmasıydı. Yani Cansel’in koruyup kollanmasında, sağlıklı bir birey olarak topluma kazandırılmasında görev ve sorumluluk üstlenmiş olan biriydi, Cansel’in canına kıymasına neden olan. Hırsız evimizdeyse kapımızı kilitlemenin bir anlamı var mı?
Ancak sonradan öğreniyoruz ki bu öğretmenin istismar ettiği tek çocuk Cansel değilmiş ve dahası bu öğretmen, “kadına yönelik şiddet ve tacizle mücadele” konusunda eğitim alıp sertifika sahibi olmuş. Bunu öğrenince şöyle düşündüm doğrusu: Bu adam bu eğitimi, kadınlara ve çocuklara yardım etmek amacıyla değil, işin püf noktalarını yakalayarak “onların zaaflarından daha iyi nasıl faydalanabilirim”i öğrenmek için almıştır. Öyle ya, bıçakla ekmek de kesebilirsiniz, adam da öldürebilirsiniz. Bilgi için de aynı şey söz konusudur; iyiye ya da kötüye kullanmak sizin elinizdedir.
Sahi, öğretmenlere ne oldu böyle?..
Bazı meslekler var ki onları herkesin yapmaması gerekir. Öğretmenlik de bunların en başında geliyor bence. Çocuğunuzu emanet ediyorsunuz… var mı ötesi? Maalesef bu meslek grubu içinde, derin bir ahlaki çürüme-kokuşma-yozlaşma içinde olanların ve meslek onurlarıyla hiç bağdaşmayacak işlerin peşinde koşanların sayısı hiç de az değil. Elbette işini layıkıyla yapan öğretmenlerimizi tenzih ederim. Onlar başımızın tacı ve meslektaşları arasındaki bu çürük elmaların temizlenmesi için de en çok onların yardımına ihtiyacımız var. Ama onlar da bizzat görüyorlardır ki bu çok çok önemli meslek, bizzat kendi üyeleri tarafından gittikçe artan bir hız ve yoğunlukla ciddi bir biçimde kirletiliyor.
Eğer bir öğretmen, öğrencisine ya da onun velisine karşı cinsel duygular besliyorsa, hemen mesleği bırakıp kendisini tez elden bir ruh hekimine teslim etmeli. Bunda toplumun ve özellikle de çocukların ruh sağlığı açısından sayısız fayda var.
Eğer öğretmenseniz çocuk psikolojisini ve öğrencilerinizin kendi çocuklarınızdan daha değerli olmaları gerektiğini bilmek zorundasınız. Çünkü onlar size emanet edilmiş çocuklar. Ve eğer bir lise öğretmeniyseniz çocuk psikolojisinin yanı sıra ergen psikolojisini de bilmek zorundasınız.
Öğretmeni her yaştaki öğrencinin idolüdür. Hele çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde bütün gençler öğretmenlerine hayrandır. Hatta ergenler bu yaşlarda öğretmenlerine âşık olduklarını bile sanabilirler ve bu çok rastlanan, çok da doğal olan bir durumdur. İşte öğretmenlik asıl burada başlar. Bu durumda öğretmenin yapması gereken şey, ergenin bu duygusal zaafından hayvani hislerini tatmin etmek için yararlanmak değil, bunun ergenliğin ortaya çıkardığı geçici bir ruh hali olduğunu bilerek ve diğer öğretmen arkadaşlarından, rehberlik öğretmenlerinden destek alarak bu sorunu gence zarar vermeden ‘nasıl çözebilirim’in yollarını aramaktır.
Aslında o kadar ağır ki yaşadıklarımız, bu ülkenin iyi insanları artık hiçbir şeye tepki duyamaz hale gelebilirlerdi. Ama öyle olmuyor işte. İyi ki de olmuyor. Çünkü bizim tek şansımız, aynı türden kötü olayların defalarca yaşanıyor olmasına rağmen hiçbir zaman kanıksamayan, sanki o tür olay ilk defa oluyormuşçasına tepki duyabilen, doğruları tekrar tekrar anlatmaktan bıkıp usanmayan, olumsuzlukların peşini inatla bırakmayan insanlarımızın varlığıdır. Öyle olmasaydı çoktan bitmiştik zaten.
Grinin tonlarında daha kaç gün yaşayacağız bilmiyorum ama ben griyi sevmiyorum, sevmedim ve sevmeyeceğim de. Güneşin parlaması kaçınılmazdır. Işığımız hiç eksik olmasın.