Yayınlanma Tarihi: 31 Aralık 2019 — okunma
Kültürel çeşitliliğin buluşma yeri ve toplumsal yaşamın birincil mekânı olarak kentler, kolektif belleği oluşturan bütünün önemli bir parçasıdır. Bu nedenle kent belleği, özellikle son yüzyılda toplumsal tarihin araştırılmasında önemli bir başvuru alanı haline gelmiştir.1
Şehir ve bölge tarihleri ile Müslümanların ilgilenmeleri, İslâmiyet’in ilk dönemlerine kadar ulaşmakta olup bu bölgelerin coğrafî durumları, fetih tarihleri ve çeşitli özellikleri ile de yakından alâkaIı bulunmaktadır.2 Osmanlı Devleti’nde şehir tarihçiliği geleneğinin başlangıcını Şakir Şevket’in “Trabzon Tarihi” (1877) adlı eseri oluşturmaktadır.3 Akademik düzeyde batıda ortaya çıkan şehir tarihi çalışmalarında şehir tarihinin tarihini C. ABBOT dört döneme ayırır: Birinci nesil (1840 – 1875); İkinci nesil (1875 – 1930); Yeni şehir tarihi (1930 – 1960) ve Karşılaştırmalı Nesil. 1960’lı yıllar, bugün bir disiplin olarak artık kendisine bir yer ediniyor gibi gözüken şehir tarihinin dönüm noktası sayılabilir (C. Abbot, “Thinking About Cities: The Central Tradition in U.S. Urban History”, Journal of Urban History, 1996, c. XXII, sy. 6, s. 688).4
Bu tasnife göre Ünye Şehir Tarihçiliği, Kelleroğlu M. Bahattin Bey’in “Resimli Ünye Rehberi” adlı 80 sayfalık kitapçığının yayımlandığı 1930 yılından yani “Yeni Şehir Tarihi” döneminden başlar. Ünye ve hinterlandının şehir tarihçileri de bu dönemden itibaren ses getirmeye, misyon sergilemeye ve eserler çıkarmaya başlamışlardır.
Küreselleşme olgusunun kent kültürü üzerindeki etkileri bütünleşme, standardize olma konusunda kentin mevcut kültürünü ve kültürel mirasını koruyamama şeklinde ortaya çıkmaktadır.5 İşte bu noktada Kent Tarihçileri yozlaşmaya mâni olmak üzere kültürel sigortada bilinçlendirici sorumluluk rollerini ortaya çıkarırlar.
Bir şehrin sosyal, iktisadî, demografik, siyasî, jeopolitik, edebî, estetik vb. durumları şehir tarihçisinin inceleme alanına girmektedir. Bu da demek oluyor ki şehir tarihi, birçok disiplinle ortak çalışma alanında buluşabilmekte; böylece bir şehrin en ince ayrıntısına kadar incelenmesini mümkün kılabilmektedir. Şehrin tarihinin incelenmesi, o şehirle alâkalı günümüze tevarüs eden sorunların çözümünde de en etkili yöntemlerden biri olacaktır.6
Mübadele, tehcir ve göç ile kente gelen bireylerin yeni girdiği bir toplumda, bir kent toplumu içindeki yerine, rolüne alışması, temel sosyal ilişkilerini çevrenin yardımıyla da olsa kurabilme ihtiyacı vardır. Kent Tarihçileri yörenin farklı dönemlerdeki popülasyon değişimini, eğitim durumlarını, âdet ve geleneklerini, dinî ve siyasî tercihlerini ortaya çıkararak sosyolojik açıdan kimlik ve aidiyet duygularının gelişimine pozitif katkı sağlarlar.
Kent, kırdan göç eden toplulukların modernite deneyimlerini yaşadıkları alanlardır.5 Şehirleri var kılan süreklilik unsurlarının dikkate alınmaması, onları ideolojik bazı tasavvurların araçları konumuna düşürürken, diğer taraftan da şehirlere edilgen rollerin biçilmesine yol açmaktadır. Bu da sonuçta, yerel veya merkezî iktidarlara şehir mekânlarında yüzeysel dönüşüm projelerini rahatlıkla uygulayabilme cesaretini vermektedir. Son yıllarda hızla şahit olduğumuz estetik kaygıdan yoksun ve kargaşa yaratan şehir görünümlerinin (Hükûmet Konağı, Askerlik Şubesi binası, Çakırtepe’nin iskâna açılması, Yalıkahvesi gibi) sebeplerini burada aramak gerekir. Tanzimat’tan başlayarak günümüze kadar gelen dönemin şehirlerinin tarihlerini yazmak bu açıdan hayatî bir önemi haizdir.4
Araştırma açısından üzerinde düşünülmesi gereken sorulardan birisi “kent tarihi nasıl yazılmalı?” sorusudur. Bu soruya verilmiş yanıtların birkaçı şunlardır: Mahalle kimliğinin kent kimliğinden daha gelişmiş olduğunu söyleyen Sevgi AKTÜRE, kent tarihi yazımında mekânsal boyutun önemine dikkati çekmektedir. Mekânsal boyutun unsurları şunlardır: · Kentin içinde yer aldığı “network”, · Kentin yakın çevresinde yer alan kırsal etki alanı ile olan ikili ilişki, · Kentin mekânsal yapısını oluşturan mahalleler ve mahallelerde yer alan konut dokuları (Aktüre, 1994: 49-51). Kentin ruhunun ortaya konması ya da kentin tüzel kişiliğinin araştırılması gerektiğini söyleyen Sina AKŞİN’e göre ise kent tarihi yazımında dikkate alınması gereken unsurlar şunlar olmalıdır: · Kentin coğrafyası, · Kentin iktisadî durumu [Neslihan Ünal 120 1 (Mayıs 2010) 112-125], · Siyasî durum, · Kentin kültürel kimliği, · Kentin toplumsal yapısı, · Kentin maddî yapısı (Akşin, 1994: 8-9). Özer ERGENÇ ise kent tarihi üzerine araştırma yapanların şu üç unsuru açıklığa kavuşturmaları gerektiğini vurgulamaktadır: · Kır-kent arasındaki ilişkileri, · Kentlerin birbiriyle ilişkileri, · Kentin çevresindeki siyasî ve sosyo-ekonomik yapılar içindeki durumu (Ergenç, 1988: 670).7
Ünye’de toplumsal yaşamla ilişkisel olarak şekillenen kentsel mekânın, Ünyelilerin (kentli – taşralı) belleğinde, fiziksel bir mekân olmanın ötesinde, yaşamın bir parçası olarak anlam taşıdığı ve hatırlandığını görebiliriz. Bir kente sahip çıkmak için kentlilerin onunla bir bağ kurmaya gereksinimi olduğu açıktır. Kentlilerin bireysel tarihinde ve kentsel bellekte kökleri olan bu bağ, yaşanılan yere sahip çıkmak için en önemli nedenlerden biridir. Bu nedenle, kentsel bellekte yer etmiş ve kent kimliğinin ayrılmaz parçaları olan mekânların sürekliliği, kentliler tarafından sahiplenilen kentler anlamına gelecektir. Dolayısıyla, ancak kent belleği ve kentsel mekân arasındaki birbirini üreten ilişkinin sağlıklı biçimde ve kesintisiz olarak sürdürülmesi ile kentlerin geçmişten gelen kimliklerini koruması ya da kimlik kazanması olanaklı olabilecektir. Aksi takdirde, tıpkı Çamlık Beş Yıldızlı Otel Kompleksi Projesi ve 100. Yıl Parkı / Kalebozuğu Sokak Evleri’nde yaşanıldığı gibi kentlilerin ortak belleğinde önemli bir yer ve anlam taşıyan yapı, öğe ve / veya mekânların ortadan kaldırılmasının yolu açılabileceği gibi yerin kendi yaşam pratikleri ve kendine özgü niteliklerini, değerlerini göz ardı eden yaklaşımlarla, kent ve kentli arasındaki ilişki kopacak, sahiplenilmeyen kentler, mekân yerine bina üreten piyasa koşullarına terk edilecektir.1
Kent yönetim birimlerinin, iki büyük kültürel görevi vardır. Bunlardan birincisi kent tarihçilerinin araştırmalarla ortaya çıkardıkları maddî kültür mirasını (Kadılar Yokuşu, Paşabahçe Surları, Ünye Kalesi, Çamlık Kabristanlığı, dinî makânlar gibi) korumak, diğeri ise ülkenin temel kültürel değerlerine uygun bir yapılaşma (Askerlik Şubesi binası, Kalabuzu Evleri, Ünye Yalıları, Kilise Tepesi okul inşaatı gibi) sağlamaktır.5
Şehir tarihinin müstakil bir araştırma alanı olup olmadığına ve tarih biliminin bir alt dalı olarak çalışması gerektiğine dair tartışmalar günümüzde halen devam etmektedir.6 Geçmiş uygarlıkların sosyal ve ekonomik yapısı, yaşam felsefesi, estetik duyarlılığı ile ilgili birçok ayrıntı, tarihî kent dokularında saklıdır. Bu alanlar geçmiş toplulukların sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam biçimlerinin yaşayan belgeleri olup, bu nitelikleriyle ülke belleğinin somut boyutunu oluştururlar. Ayrıca mevcut yapı stoku olarak ekonomik bir değer taşımakta, kişilerin çevreye yabancılaşmalarını önlemekte, birçok geleneksel (çömlekçilik, bakırcılık vb.) ya da çağdaş hizmeti sağlayacak işlevsel bir değer de içermektedirler. Yaşam koşullarının, geleneklerin, yapım tekniklerinin hızla değiştiği bir dünyada tarihî kent dokuları geçmişte nasıl bir çevre içinde yaşandığını gösteren açık hava müzeleridir.8
Çıkar ilişkileri ve kültürel yozlaşmışlık sonucu, kentlerimizde yeşil alanlar azalmış, nitelikli, kimlikli, belli bir dönemin mimarî karakterini yansıtan (konaklar, kiliseler, Paşabahçe evleri, Askerlik Şubesi ve Feyziye Mektebi binaları gibi) değerli sivil mimarî örneklerinden büyük çoğunluğu yıkılıp yok edilmiş, bunların yerine niteliksiz, hiçbir mimarî tarza, estetik anlayışına, hattâ Türk halkının yaşam biçimine de uymayan beton yığınları plânsız, programsız olarak sahillerimize, rekreasyon alanlarımıza, doğal eko-sistemin kalbine fütursuzca dikilmiştir. Türkiye’de uygulanan koruma politikaları da bu talanı önlemede maalesef yeterli olamamıştır.8
Kent Tarihçileri tarihî ve kültürel değerlerimizi, doğal varlıklarımızı, sadece bize geçmişten kalan bir miras olarak değil, daha ziyâde mutlaka gelecek nesillerimize ulaştırmamız gereken emanetler olarak görür ve korumacı zihniyetle zihinlerimize kazırlarken Mumford’un ifadesiyle “Her nesil de biyografilerini inşâ ettikleri binalara yazarlar.”
KAYNAKÇA:
1 ÜNLÜ, Tülin Selvi – Kent Kimliğinin Oluşumunda Kentsel Bellek ve Kentsel Mekân İlişkisi: Mersin Örneği, BÜ Bellek ve Kültür, VII. Uluslararası Kültürel Araştırmalar Sempozyumu Bildirisi, 4 – 7 Eylül 2013, Plânlama 2017; 27 (1): ss. 75–93.
2 FAYDA, Doç. Dr. Mustafa – İslâm Dünyasındaki İlk Şehir Tarihleri ve İbn Şebbe’nin Medine-i Münevvere Tarihi, ss. 167 – 180. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/773/9861.pdf
3 ÖKSÜZ, Yrd. Doç. Dr. Melek – Trabzon Tarihi Yazımı Meselesi ve Ahmet Lütfi’nin “Trabzon Tarihi” (1876 – 1950), Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, Serander Yayınevi, ss. 79 – 104,
4 UĞUR, Yunus – Şehir Tarihi ve Türkiye’de Şehir Tarihçiliği: Yaklaşımlar, Konular ve Kaynaklar, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 3, Sayı 6, 2005, ss. 9 – 26.
5 HAYTA, Arş. Gör. Dr. Yasemin – Kent Kültürü ve Değişen Kent Kavramı, SDÜ Doktora Tezi, BEÜ SBE Dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Aralık 2016, ss. 165 – 184.
6 HEYET – 4. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi, Bildiri Özetleri Kitabı, 13 – 15 Ekim 2017, İstanbul, 62 sh.
8 T.C. KÜLTÜR Bakanlığı – Türkiye’de Tarihî Kent Dokularının Korunması ve Geleceğe Taşınması Sempozyumu, 8 – 11 Şubat 2002, Kemer / Antalya, KTVK Gen. Müd. Yy. 2933, 192 sh., Ankara, 2002, Nurol Matb.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.